Sizleri “Deprem Yardım Tırı” ile gittiğim Elazığ ile ilgili küçük bir yolculuğa çıkarmıştım. Şimdi sırada Diyarbakır var. “Elazığ’a kadar gitmişken 120 km daha gidip Diyarbakır’ı da görme” fikrimi hayata geçirdim. Tır şoförü ile Elazığ’da vedalaşıp, 1gün boyunca Elazığ’ın nabzını tuttuktan sonra Akşam saatlerinde Diyarbakır’a doğru yola çıktım. Gezinin en önemli sürprizlerinden biri “Hazar Gölü” nü görmek oldu. Bir an, ilkokul seviyesindeki coğrafya bilgimi kontrol ettim. “Hazar Denizi” denen devasa göle neden “göl” değil de “deniz” denildiğini ilişkilendirmeye çalışırken, sosyal medyada yaptığım paylaşıma Süleyman Bulut’tan refleks geldi. “Orası deniz bi kere” dedi. Kendisi uzunca süre burada kamu görevi yapmıştır, bi bildiği var elbet. Burada da anladım ki, herkesin denizi kendine. Lizbon’da okyanusa giren çocuk için deniz neyse, Diyarbakır’daki için de odur herhal. Yaklaşık 2.5 saatlik bir yolculuktan sonra vardık Diyarbakır’a. Mola yerinde “peynirli gözleme var mı?” soruma aldığım ve tepetakla olduğum “çökelekli var” yanıtını da not olarak düşelim bu arada. Elazığ’da yediğimiz “konaklama” kazığından sonra tecrübeliyiz ya, yolda konaklama için öneri almaya çalıştım. Genç bir kadın, “Ofis Meydanı’na gidin, pişman olmazsınız” dedi. Antalya’da sevdiğimiz bir çok Diyarbakırlı dostumuz var. Bunlardan biri olan Feyzullah Orak’ı aradık. Evet evet Konyaaltı Balıkçısı. Sağolsun halletti. Tam gitmek istediğim merkezde, abartısız ama kaliteli, hem de kış tarifesinde hesaplı bir otel. Tavsiye ederim Miroğlu Otel. Otele çantamı bırakıp, fotoğraf makinemi alıp çıkıyorum. Güzel bir Ortadoğu lezzeti ile akşamı etme amacındayım. Ama sindirim sistemi sorunlu. Bir marketten 2 adet muz alıyorum. Anında mideye indiriyorum. Karşımdan gelen 2 kişiye yemek için yer sorduğumda, hemen karşımızdaki Ciğerci İbo’yu gösteriyor. “Şef Mahsun’a ‘Maho’nun selamı var’ de. Benim adım Mahmut’tur.” Henüz tam aç olmadığımı hissedip önümdeki trafiğe kapalı caddeye dalıyorum. 10 Metre kadar gitmişim, kocaman bir sahlep kazanı. Gencecik bir çocuk. Savura savura sahlep satıyor. Evet, bizdeki gibi musluktan akmasını beklemiyor. “Diyarbakır’a hoş geldin abi. Bu sana ikramdır.” Ben tepetakla. Kalekapısı’nda önce karides gagalanıp, ardından binlerce lira fatura kesilen turistler geliyor aklıma. Cıvıl cıvıl bir cadde. Antalya Toptancı Hal’e gitsem göremeyeceğim kadar seyyar satıcı tezgahlarında portakal var. Sahi bi “kan portakal” vardı de mi buralarda unuttuğumuz. Sadece portakal mı, burada her şey “seyyar” maşallah. Mekanlara bakıyorum, dolu, çerezcisinde de, tatlıcısında da, çiğercisinde de kasada kuyruk var. Biraz ilerde ezan sesi çalıyor kulağıma. Ulucami’de yatsı vakti. Sağ kulağımda ezan tınıları, sol kulağıma düşen “Mardin kapı şen olur” tınıları ile iç içe geçiyor. Evet, solumda bir han var. Burası bir “kahvehane” evet çay da var. Bir ekip canlı müzik yapıyor. “ölü müzik” var mı sahi? “Konya valiyi buldu” derler bizde. Tam aradığımı bulmuşum. Saatlerce oturabilirim burada. Elazığ yolculuğunun tüm yorgunluğunu alabilecek bir ortam. Antalya’daki müzik mekanları için ”Müzikalite düşük, eğlence amaçlı” diyorlar. Burada en üst perdeden “sanat” amaçlı müzik yapıyorlar. Son dönemde yaygınlaşan, tercih etmediğim ama  datmaktan kendimi alamadığım bir karışım kahve geliyor. “Kürt Kahvesi” diyorlar. Eyvallah.Yanında Reyhan şerbeti ve bir kase çerez.

Havası soğuk, toprağı sıcak şehirde sabah

Her şey güzel, “Antalya beni kıskanıyor” tamam da daha görmem gereken koca bir şehir var. 30 yıllık can dostlarımdan emekli itfaiyeci Apo’yu koydu önüme hafızam. Öve öve bitiremediği Diyarbakır’daydım. Evet, çok istemesine rağmen beni Diyarbakır’a götürememişti. Kahve tamam, 3 türkü dinlemişim, keyfim yerinde. Sahlep ve kahve iyi geldi, yemeği unuttum bile. Diyarbakır’ın tarihi hamamları faaliyetini durdurmuş. Artık saunalar varmış. Hey yavrum hey, “Avrupa’nın yolu Diyarbakır’dan geçer” demişti ya. Buyur.  Erken uyumayı severim ya. Otel odasında akıllara zarar bir duş alıyorum. Biraz sosyalleşip, biraz kitap okuyorum. Ve uyku. Sabah gene erkenciyim. Isı -2 derece. Van gibi Diyarbakır'da da gündoumu fotoğrafı çekemiyorum. Şöyle bir şehri dolaşıyorum, kahvaltı saati gelmiş. Biliyorum, sokak ciğercilerinin kalitesini, atmosferini, lezzetini. Ama buranın kahvaltı kültürünü görmek istiyorum. Van gibi abartmamışlar. Hakkari’den az daha zenginler. Antalya Köy Pazarı’nda peynir yokluğundan şikayet eden ben Ege’nin tulum, Doğu’nun otlu peynirine hastayım. Kahvaltı sonrası vuruyorum kendimi sokaklara. Dilimde Ahmet Kaya ile Yılmaz Erdoğan düet yapıyor. “Diyarbekirli imiş adı bahtiyar..”  gibi “Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam... “ gibi. Surun dibindeki fırından yükselen sıcak somun kokusunda buluyorum kendimi, oradan Dicle Ovası’na bakan bir terasta. Bildiğimi görmek zamanı. Evet Diyarbakır bir kültür şehridir. Siyasi boyuta girmezsek, koca bir coğrafyayı kökten “öteki” ilan etmezsek kazanan ülkemiz tabii ki. Ve beklenen an. Kaldırımda küçük bir büfe. Önünde tezgah, mangal, ciğer ve acı kırmızı biber. “İstemiyorum” diyemedim, çünkü sormadılar. Lüks arabasından inmiş kahvaltı yapan bir dayımız benim siparişi verdiği gibi hesabı da ödemiş. Ve sohbet. Üzülerek yaşıyorum. Benim yurdumun bi yarısında insanlar, memleketini anlatmak, insanının “öcü” olmadığına inandırmak zorunda hissediyor kendini. Ne büyük acıdır bu yav? Bu mecrayı siyasileştirmemek adına burada kesiyorum. Daha girilecek köhne sokaklar, çekilecek fotoğraflar var. Gelirken “yeni” Diyarbakır’ yeterince gördük, İmrendik zaten. Sur içinde bir bistro var. Ama mide dolu. Burada demli bir çay içiyorum. Bu arada oralarda her sokak başında “BİM” veya “Yemen Kahvesi” görmemek şaşırtıyor beni. Nebi Camii epey oyalıyor beni. O camiye bir sayfa ayıracağız söz. Tabii kapısı kilitli olmayıp içeriden de yatay ışık süzmelerini görsek iyiydi ya neyse. Biz de kilise gezeriz. Cami duvarının dibindeki ayakkabı boyacısı ile sohbet ediyoruz. Sohbet ettiğimiz tüm Diyarbakırlılar gibi bu da Antalya’yı görmüş. “Beren güzelmiş. Seviyoruz Antalyaspor’u” diyor. Yolculuk öncesi Antalyaspor Stor’dan aldığım bereyi başımdan çıkarıp onun başına takıyorum. Bir fotoğraf çekiyorum. Geri vermek istiyor. Almıyorum. Heee.. Murathan Mungan’ın “3 aynalı kırk oda” romanındaki orospu gibi bir iz bırakıyorum Diyarbakır’a. Geçenlerde de kargo ile gelen kitabı kargo memuresine hediye edip çıkmıştım. Tahir Elçi benden dua bekler mi bilmiyorum. Ama bi beklentisi varsa o da insanca, eşit yaşam koşulları için mücadele etmemi beklemiş olabilir. İstikamet 4 ayaklı minare. Burası o malum cinayetten sonra daha fazla ziyaretçi alır olmuş. 1986 yılında Gülhane Parkı’nda çocuğun kolunu koparan aslan, daha sonraki birkaç yıl ziyaretçi akınına uğramıştı. O günlere gittim bu popülasyonu görünce.

Doğu Roma'nın en doğusu

Burada kahve içerken yan masaya bir bey geldi. Bir süre sonra sohbet koyulaştı. Kendisi edebiyat öğretmeni. Ayrıca Türkoloji ve Kürdoloji eğitimi almış. Şimdi siz Kürdoloji de ne? deyip işi Diyarbakır’a bağlarsınız. Ama öyle değil. Kürdoloji eğitimini Mardin’deki üniversitede almış. Bu arada Mardin Diyarbakır arası 70 KM imiş. Hiç fark etmemişim iyimi? Kaçtı bi fırsat. Bölgenin siyasi, kültürel, sosyal, etnik, tarihi dokusu ile ilgili sadece bir kişiden bu kadar akademik bilgi almakta “kadim şehirde gezgin olmak” güzelliği. Doğu Roma’nın en doğu sınırının; bugünkü Diyarbakır, Mardin sınırında olduğunu, Diyarbakır’ın, Roma İmparatorluğu’nun en doğu şehri olduğunu öğrendikten sonra, kendisinin tavsiyesi ile Meryem Ana Kilisesi’ne doğru yola çıkıyoruz. Çıkıyoruz da bi açma yapalım. Nebi Camii kitabesinde, geçmişte Hanefiler ve Şafiiler için ayrı ama yan yana bölüm olduğu yazıyordu. 4 Ayaklı Minare, Şeyh  Mutahhar Camii’ne ait. Hemen yanında devletimizin bi dünya para ve emek harcayıp onarttığı Keldani Katolik Kilisesi ve Surp Giregos Ermeni Kilisesi yan yana. Ama malum terör saldırısı nedeniyle kiliseler harap. Ziyarete kapalı. Ben olsam açardım. Tıpkı 15 Temmuz saldırısında TBMM’nin zarar gören yerini ziyarete açtığımız gibi orayı da açmalı, terörün dini imanı olmadığını özellikle çocuklarımıza gösterirdik. Bizim buralarda örneğin Muratpaşa Belediyesi’nin istediği, ama pekte tutmayan “NostaljikÇarşı” modeki var ya, esnafa yönelik. Birde Büyükşehir'in hani “Şarampol Efsanesi” denen tek tip dükkan girişi uygulaması. Burada yıllar önce yapılmış ve projeye sadık kalınmış. Uzunca bir caddede yürüyorum.” “Mardin kapı şen olur Le lee le le le le canım Mardin kapı şen olur dibi değirmen olur Buralarda yar seven mutlaka verem olur” dolandı dilime. Çünkü tarif aldığım kişi ”Mardin Kapı’ya doğru yürüyeceksin” dediydi. Biliyorum. Bir de “Mardin Kapısından atlayamadım” türküsü var ki ben bugün atlamayıp içerde kalacağım. Daracık, rutubet kokan sokaklardan geçip buluyorum kiliseyi. 3 TL verip giriyorum. 1 TL verip evrensel barış dileğiyle bir mum yakıyorum. Evet kilisede. Çünkü onlar da aynı Allah’a inanır ve benim dinimin 5 şartından biri “Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına inanmak” der. Çocukken mahalledeki camiye namaz öğrenmeye gitmedin mi sen? Bu arada Barnabas İncili’ni okusaydın daha başka şeyler de öğrenirdin. Tam da canlı yayın modundayım. “Görevimiz bilgilendirmek” ya. Telefonum öttü. Feyzullah bey. Akşam beni bi yerlerde misafir ettirmek istemiş “hayır” demiştim ya, yapmazsa rahatsız olur. Yeğenini aramış. Buluştuk, küçük bişehir turundan sonra kendimizi ciğerci de bulduk. Bakın burası önemli. “Aç mısın?” demedi, “Bişeyler yiyelim mi?” demedi,”ne yersin?” demedi. Ciğerciye gittik, siparişi verdi. Coğrafyasına, damak tadına sahip çıkmak, misafir ağırlamak bu bölgede böyle. Ben bu coğrafyanın kuzeyinden güneyine “doğu” tarafında hep bunu gördüm. Yemeyi sevdiklerini sokaktaki tüketimden görürsünüz, ama aynı oranda yedirmeyi de severler. Ve siz bu coğrafyayı bölmeye çalışanlara bi sitem yollarsınız ciğerci masasında. Uçak 20.10 da. 1 saat önce meydan da olmacağız. Şehirden ayrılma zamanımız 18.30 civarı olmalı. Bu arada biz şehir turu atıp kültür paylaşımı yaparken saat 16. 30 olmuş. “Abi seni AVM’de bırakacağım. Burası şehrin yeni tarafı. Tavsiyem bi kahve iç, taksiye bin git. Çalışıyorum. Psikoloğum. Randevuma gitmem gerek” diyor genç arkadaşım. Vedalaşıp ayrılıyoruz. İstikamet mi? Starbucks. Evet. Yaklaşık 1.5 saat. Kitap okuyorum, kaydettiğim fotoğraflara ayar veriyorum. Hiçbir şehirde olmadığı kadar aklımda kalan, “daha garpız keseceğidik” geyiğinin en masum haliyle vedalaşıyorum uçağın penceresinden izlediğim sarı  lambaların aydınlattığı sokakta izlerimi ararken.