Börekte kültür buluşmasından, bulutun denizle oynaşmasına… Çandarlı'da mevsim kışken... Yine esip dolmuşla yola vurduğumda takvimler 2016 yılının Mart ayının ilk haftasındaydı. Dolmuştan inip sahil bandını yürürken bi yanda kuytu kıyının kumla oynaşmalarını dinliyordum Antalya sağanağındaki yağmur şıpırtısı gibi, bir yanda elindeki kasaları boşaltma telaşındaki balıkçıların bağırtısı. 2013 yılının Ekim ayından, 2014 yılının Nisan ayına kadar adını hergün duyduğum,  seçim çalışması kapsamında Menemen ve Dikili’ye giderken içinden bir kez geçtiğim ama bir türlü varamadığım bir yakın noktaydı Çandarlı… Yine esip dolmuşla yola vurduğumda takvimler 2016 yılının Mart ayının ilk haftasındaydı. Dolmuştan inip sahil bandını yürürken bi yanda kuytu kıyının kumla oynaşmalarını dinliyordum; Antalya sağanağındaki yağmur şıpırtısı gibi, bir yanda elindeki kasaları boşaltma telaşındaki balıkçıların bağırtısı. Önce kaleyi kestiriyorum gözüme. Hoş zaten hiçbir rotam da yok. Bu arada ben hala, gidegeğim yerle ilgili ne görsel ne bilgi içeren indirme yapmıyorum internetten. Rasgele, karşıma ne çıkarsa, şartlanmadan. Önce bi tavaf ediyorum Çandarlı Kalesi’ni. Kapı noktasını en son buluyorum. Ama o da ne? Evet kelimenin tam anlamıyla duvar. Çevrede gördüğüm bir kadına soruyorum durumu. Kalenin tam da kapı açısındaki konteynere çöp boşaltırken rutin yanıtlıyor: “Kapalı. Açılmıyor.” Kaleden umudu kesiyoruz, istikamet sahil. Bu arada duamız, açık kafe bulup bu tenha kış sabahında kıyıda kahve içmek. Hayaller gerçekleşiyor, açık mekanda var, mekanda kahve de var, hatta o saatte gülenyüzlü elemanlar da. Ama bişey daha var. İnsanı baştan çıkaran bir görsel. Sütliman denizin üstüne olanca cömertliği ile sereserpe uzanıyor bulutlar. Kahve acele ile bitiriliyor. Hani reklemlerda tabaktan bi parça alıp çıkan beyaz yakalı adamların acelesi üstümüzde. Görsel kaydı işleye işleye balıkçı barınağına ulaşıyorum. Oradaki balıkçı dayılar ve onların köpekleri ile selamlaşıyorum. Dalgakıranı oluşturan dev kayaların üstünden taaa en uca kadar gidiyorum. Buradan, Kalenin suya yansımasını fotoğraflıyorum. Aynı istikameti bu kez dalgakıran üzerinden değil, aşağıdan katedip, aynı köpeklerin havlamalı uğurlamaları ile yine sahil yolundan mahalleye uzanıyorum. Elektrik direğinde bir afiş, hani şu panayır duyurusu şeklinde. Belli geçen yazdan kalmış. Kalenin içinden sahile bakan bir fotoğraf basılmış. Bi şekilde görmüş olduk, teşekkürler. Belediyenin “Kültürevi” olarak düzenlediği eski, karakteristik yapıya bakıyor, yanındaki sokağa dalıyorum. Kendimi (şimdilik), hiç gitmediğim Ege adalarından birinde buluyorum. Hele de rahibeler gibi giyinmiş simsiyah bir kadın kadraja ortak olduğunda. Bu kez martılara takılıyorum vizörün arkasında ama martı fotoğraflarından verim alamıyorum. Beyaz martılar, liman inşaatı nedeniyle samani sarı renk alan denizde kayboluyor. Bir “Boşnak Börekçisi” buluyorum. Enteresan, az evel Ege’deymiş gibi yaparken şimdi de Balkanlar’da buldum kendimi. “Nohutlu ister misin?” diyor börekleri yapan abla. Denemediğimi ama merak ettiğimi söyleyince bana karışık bir tabak hazırlıyor. Çay tiryakisi olmayan beni bile allak bullak eden bir güzel demli çay ile nohutlu börek yerken gözlerimi kapatıyorum. Sevdiceğim yapmış böreği, termosa çay koymuş, buluşmuşuz Mostar Köprüsü’nde… Hayal bu ya. Bu arada kadına ve işletmeciye Boşnak olup olmadıklarını soruyorum. Çakmaklı köyünde varlar, meydandaki kahvenin adı “Mostar.” Patron Sakaryalı. (Göçmen olabilir mi?) Ama börekçi ablamız Çandarlı’dan. Nohutlu Boşnak Böreği’ni soruyoruz. “Hayır, Boşnaklar nohutlu yapmıyor. O buraya özgü bir tat.” Yola çıkma vakti, kulağımda telefon, oğluma anlatıyorum nohutlu böreği...